30 Eylül 2007 Pazar

Durakta bir adam

Durakta Bir adam…

Adam yavaş adımlarla durağa gelip beklemeye başladı. Hafifçe etrafını süzüyor bir yandan da sokağın başına durmadan bakıyordu. Arabanın geleceği yöne sık sık göz atıyordu. Durağın içindeki bankın üzerine oturdu ve elindeki kitabı açıp bir şeyler okumaya başladı. Halil Cibran’ın ‘ermiş’ kitabını okuyordu. İkinci seferiydi kitabı okuması ama bir türlü bırakamıyordu elinden. Kitaba öyle dalmıştı ki yanına gelip oturan kadını fark etmemişti bile. Bir arabanın yanından geçip gittiğini gördüğünde niçin orda olduğunun farkına varmıştı. Minibüs gelip önünde durmuş olmasına rağmen fark edememişti. Ancak gaza bastığında farkına varmıştı ki o zaman da yeni sayfaya geçtiği için kafası dağılmıştı.
Tam o anda minibüsün gittiğini fark eder etmez hemen ayağa kalktı ama çok geç olmuştu artık. El sallamaları nafileydi minibüs çoktan imparator çay bahçesinin köşesinden dönmüştü. ‘Tüh’ dedi biran. Öylece minibüsün arkasından baka kalmıştı ve elleri havada boş bir şekilde sallanıyordu. Minibüs köşeyi döndükten sonra arkasına dönüp yerine oturdu. Tam bu esnada yanında bir kadının olduğunu fark edebildi.
Kadın çok güzeldi,alımlıydı,boyu posu yerindeydi. Esmerdi kadın. Bembeyaz bir teni, inci gibi siyah gözleri, pürüzsüz bir yüzü ve kaşları sanki Marmara denizinin kuzey ve güney kıyıları… kadın öylece ona baktı, öylece onu seyretti biran hiçbir şeyi umursamadan, hiçbir şeye aldırmadan öylece süzdü havadaki taneciklerle beraber. Ve adam donup kalmıştı kadının muhteşem güzelliği karşısında. Sadece göz ucuyla bakıyordu ara sıra, sadece gözlerine izin veriyordu cennettin güzelliğinden yararlanması için. Biran ‘‘Allah’ım’’ dedi adam. Bu güzellik acaba hayalmiydi yoksa gerçeğin cennetten çıkma yansıması mı. Kafası kadını gördüğünden beri çok karışmıştı. Kadına bakmak istiyordu ama bakmanın ne anlamlar doğuracağını bilmediği için bakmaktan çekiniyordu.
Kitabı yavaşça açıp okur gibi yaptı ama nafile hangi sayfayı açtığını kendisi bile bilmiyordu. Sadece bakıyordu öylece boşluğa. Başını bir an kaldırıp kadına göz ucuyla bakmak istemişti ki kadınında kendisine baktığını fark etti. Kadın baktıkça o da baktı, o baktıkça kadın baktı. Birbirlerini öylece süzdüler,geçmişlerini,tarihlerini,kavimlerini, gelece baktılar kendi yüzlerinde, hesaplar yaptılar aralarında duran zamanın kör elleriyle, cinayetler işlediler ruhlarında, bedenlerini ateşe verdiler ortalık yerde,ortalık yerde herkesin olduğu bir anda ve kimsenin görmediği bir zamanda gözleriyle birbirlerini soydular, birbirlerine aşık oldular ve sardılar birbirlerini o durakta öylece seviştiler.
Yorgun bir savaştan çıkmış birer savaşçı gibi gözleri bir an birbirini bulamadı. Başlar hafifçe yana kaydı ve gelen minibüsün sesiyle her şey birbirine karıştı. Kendini içinden yiyordu adam. Arabaya binmesi lazımdı ama bir yandan da binmemesi gerekiyordu. İçinden bütün geçmişinin hesabını yapıyor gibiydi. Tarihe beraberce yazılmış harflerin silineceği korkusu üstüne çökmüştü sanki. Sanki asırlardır tarihi beraberce yazıyorlardı.
Yorgun bir savaşçı gibi adam oturduğu yerden kalktı ve arabaya doğru yürüdü tam arabaya binecekken son bir defa kadının gözlerinin içindeki kendi ruhuna baktı. Ve orada ezilmiş, yenik düşmüş, hayatı bir türlü anlamamış,hayattan tat alamamış,kavimler göçüne asırlarca önce maruz kalmış bir ruh gördü, bedeni boşlukta duran bir adam gördü, adamı ayakta tutan hiçbir şeyin kendisinde varolmadığını gördü. Öylece sırtını dönüp arabaya bindi ve camdan son bir defa daha baktı. Kadın sadece bir gülücük uzattı hafifçe kiraz dudaklarıyla ve adamın mercan gözlerinin ortasına kondurdu.
Araba yol aldı yeni bir zamana ve biten kısa bir aşkın hüzünlü sesiyle. Aslında kısa sürmemişti aşk zamanın başlangıcından beridir böyle bir aşk yaşanmamıştı. Zamanın başından beridir bir anda her şey yaşanmamıştı, bir anda bütün güzellikler,bütün kötülükler ve saatler durmamıştı.
Adam kendisine kıydığını düşündü, kendisinin idam sehpasındaki halini düşündü. Nede korkunç bir şey yaptığını tekrarlıyordu içinden. Kavimlerin göçünden beridir yanında duran birisinden ayrılığını hissetti bir an. Bir zaman sonra düştüğü kuyu gözlerinin önüne geldi, düştüğü karanlık kör kuyu. Öylece sarmıştı etrafını göz gözü görmüyordu ve adam orada yalnızdı,kimsesiz,biçareydi.
Araba imparator çay bahçesinin önünden köşeyi döner dönmez bir ses geldi şoförün kulağına minibüsün en arkasından. ‘İnecek var’ sesiyle araba sağa yanaştı ve durdu. Çıkan kapıdan hemen fırladı adam hiç beklemeden. Adımlarını öyle hızlı atıyordu ki sanki arkasından ordular, krallar, padişahlar kovalıyordu. Kendi kendine ‘işte’ diyordu. Evet sadece bir tane işte’ye sığdırıyordu her şeyi. Hızlı adımlar onun kurtarıcısı,cennet kapılarının bekçisiydi ama onu hızlı adımlarda kurtaramadı.
Durağı görünce yerinde öylece durup baktı ve neler kaçırdığını geçirdi aklından. Nice güzellikleri kendi elleriyle nasıl da süpürüp attığını gördü,nice güzelliklere nasılda elinin altındayken dokunmadığını,dokunmaktan korktuğunu gördü. Kadını bir an gözlerinin önüne getirdi. Gözlerini,dudaklarını, bir resimden fışkırıp çıkan muhteşem güzelliğini getirdi, bakışmalardaki sert sevişmeleri, sert dokunuşları, tarihe beraberce başladıkları günü, kavimler göçüne kendilerinin sebep olduğunu getirdi gözlerinin önüne ve öylece orada kalakaldı. Niye sonradır ki ağzından sadece bir ‘tüh’ lafı çıktı tarihin yazılmış sayfalarına hiç yakışmayan, tarihe hep hor gözlerle bakan, tarihi her zaman küçümsemiş, içinin dolu olmadığı ve aynı zamanda boşta olmadığı insanın iyiden çok kötü düşündürten bir ‘tüh’ lafı çıktı. Sonra öylece alnındaki elini ensesine götürüp hafif bir kaşıma bitiğinde arkasını dönüp gitti ve arkasında sadece boş bir durak, birkaç araba sesi, bir kadının gözlerini ve ermiş bir yazarın kitabını bıraktı. Yavaş adımlarla Uşak şehrinin havasına biraz hüzün katarak imparator çay bahçesinin köşesinden dönüp gitti.

Ünal ÇAĞABEY
10/10/2006

Hiç yorum yok: